GEZİ ANALİZİ

Geçtiğimiz yılda dünyanın hayranlıkla,kaygıyla ve umutla izlediği bir toplumsal olayla karşı karşıyaydık ve yaşadık. Politik Psikoloji’nin (Siyaset Psikolojisi) Psikanalitik olarak bu konuyu değerlendirilmesi gerçekten gerekiyordu. Bunun üzerine Gezi sürecini kademeli olarak biraz yazmak istedim. Bir kent düşünün göz yaşartıcı ve biber gazıyla soluk alan bir şehir,bu şehirden sonra zincirleme olarak olayların büyüdüğü bir ülke ! Olaylar yatıştıktan sonra sonradanlık olan (afterwardness,apres-coup) deneyimine ihtiyaç olsa da olayları canlı canlı yaşamakta psikanalizde bizlere düşünmenin,derinliğine düşünülebilmenin araç-gereçlerini veriyor ; ya da en azından hangi araç-gereçlere başvurabileceğimiz hususunda bize yol gösteriyor. Bu yazıyı yazmamın temelini Janine Altounian,Hannah Arent ve Bella Habip’in düşünceleri oluşturuyor. Canlı veya medyadan da takip edildiği gibi Gezi Harekatı’nın öncüleri 18-30 yaş arası kentli,eğitimli gençlerin eseri. Bu harekatta kadınların oranı %50’nin biraz üzerinde ve çoğunluğu sağladıkları da göz önünde görünüyor. Hareketin herhangi bir siyasi partinin patronajı altına alınması da denenmiş olsa da bu başarılı olunmadı. Gençler kendi dinamiklerini,taleplerini kendi dillerinde,kendi anlatım biçimlerinde eşsiz bir estetik içinde,mizah ve yaratıcılıkla,cesurca sergilediler. Sosyal medya suskun,yazılı ve işitsel medyanın önüne geçti ve olayları an be an oradan tüm çıplaklığıyla izleyebildik. Bu gençler sadece parkı işgal etmekle kalmadılar aynı zamanda polisle ve onun orantısız gücüyle de savaştılar. Orantısız güce kendi deyimleriyle ‘’orantısız zeka’’yı önerdiler. Direnişlerini şiddete başvurmadan sivil itaatsizlik yöntemleriyle sürdürmeye devam ettiler ve hop oturup hop kalkan ebeveynlerini şaşırtmakla kalmadılar onları da dönüştürdüler. Gezi Parkı’nın polis müdehalesiyle dağıtılmasından birkaç gün önce Başbakan ve Vali’nin ebeveynlere yönelik çocuklarını parktan çekme çağrısına anneler bir çember oluşturarak ‘’çocuğumla gurur duyuyorum’’ pankartıyla direnişe aktif olarak katıldılar.

Kimdi bu kadınlar ? kimdi bu çocuklarına destek olan ebeveynler ki sonradan hareketin, ‘’yeter artık-las le bol-basta-enough’’ın açıkça ve yüksek sesle ifade edilmesine doğru evirilmesine katkıda bulundular ?

Bu ebeveynler 1980 darbesi travmasını doğrudan yaşayan nesil ve bu darbenin habis sonuçlarını yeterince simgeleştirememiş,öznelleştirememiş,sahiplenerek öznelleştirememiş kesim. Batı’ya açılma ve özgürlük taleplerinin kıpırdanmaya başladığı 70’li yıllarda liseli ya da üniversiteli olan bu kesim darbeye ve onun tüm yıkıcı sonuçlarına en değerli yıllarında maruz kalmıştı. Her ne kadar hem sağ hem sol kanatta olan öğrencilerin siyasi faaliyetleri şiddetle,işkence ve yıldırma politikalarıyla bastırılmışsa da son yıllarda yapılan araştırmalar en çok yara alan kesimin sol kesim olduğu görülüyor. Şimdi 45-50 yaş üstünde olan bu kesim özgürlüğü felsefe metinlerde bir kavram olarak deneyimleyebilmiş,edebiyat ve sanatta ise ürkekçe yakınlaşabilmişti. Özgürlük bir ihtimaldi,bir hayaldi ama en önemlisi kamusal hayata değgin bir kavram değildi. Bu darbe zaten kültür içinde hali hazırda var olan geleneksel otoriter ve yasakçı zihniyeti perçinlemekle kalmadı eğitime,bilime ve genel anlamda kültürün kendisinde derin bir iz bıraktı. İşte bu ebeveynlerin yaralı gençlerini,simgeleşmemiş darbe kalıntılarını Gezi gençliği çalışmaya koyuldu. Bu gençlik ebeveynlerin bile düşünmeye cesaret edemediği meseleleri hem dile getirdi,hem de devlete kafa tuttu. Bu kafa tutmayla birlikte tüm Türkiye’de yeterince konuşulamayan ne varsa ortalığa döküldü. Gençliği cesur girişimi suskunluk perdesini aralamakla kalmadı aynı zamanda da küskün ve umutsuz tüm kesimlere libido enjekte etti. Gezi parkı birkaç güç içinde birbirinden farklı sivil toplum örgütlenmelerini yan yana buluşturdu. Örneği bir Kürt hareketinden bir genç ile Kemalist bir militan yan yana yürüdü. İstanbul’un mutena semtlerinden olanlar doğuda yaşanan devlet terörüne karşı farkındalık kazandı. Gezi parkına yapılması istenen inşaatın tüm hukuksuzluğu ülkedeki tüm hukuksuzluklarında ifade olmasına vesile oldu; Gezi parkının devlet tarafından el konulmuş bir Ermeni mezarlığı olduğunu da bu hareket sayesinde öğrendik. Hakikatlerin ifade edildiği bu yaratıcı süreç bir anlamda devlet terörünün sekteye uğrattığı baba işlevini yeniden tesis etme arzusunu da sergiledi. Her ne kadar gençler bir espiri olarak ‘’Tayyip connecting people’’ şeklinde bir tespitte bulunmuş olsalar da bence insanları birbirlerine bağlayan unsur daha adaletli,daha özgür yeni bir Türkiye’nin olabileceği ihtimaline tutunmak,bu umuda kenetlenmekti. Benim sloganımda ‘’Hope connecting people’’ olacak bu durumda.

İşte burada Winnicott’ın yanılsama kavramına gönderme yapmak istiyorum. Çünkü bütün bu olup bitenler,birçoğumuzda özellikle de söz konusu ebeveynlerin yaş skalasında bulunanlarda ‘’bu gerçek mi,yoksa hayal mi görüyoruz ? ‘’ tepkisi doğurdu. Gençler yeni bir Türkiye inancına-arzusuna /hayaline-sıkı sıkıya sarılmışken ebeveynler temkinli ve endişeli ama aynı zamanda da sonuna kadar gençlerin yanındaydılar. Winnicott bebeğin memeyle mutlu buluşmalarında,yani bebek tam açken memenin ona tam o sırada sunulmasında bir tür sihirden söz eder. Bebeğin ihtiyacının tam zamanında karşılanması bebekte memeyi kendisinin yarattığına dair tümgüçlü bir konuya yol açtığından söz eder Winnicott. Bu yanılsama yaşantısı daha ileriki yıllarda kişinin birşeyleri kendisinin yaratabileceğine dair olan inancının temelindedir,yani özne olmanın,bir şeyleri yaparken o şeyleri yapanın kendisi olduğunu hissettiren olgudur; kısacası özne olmaktır,yapıp ettiklerini sahiplenerek özne olmaktır. Bir diğer değişle özne olmak tümgüçlü olmaktan geçer,zira tümgüçlülük yapıp edebileceklerimizin sınırını zorlar,o sınırların ötesine geçip hem hayal hem de gerçeklikten oluşan,yaratıcılığın beşiği potansiyel bir alanın doğuşudur ve daha demokratik bir ülkenin koşullarını yaratacak geçişlilik süreçlerinin tesis edilmesini isteyen toplu bir iradenin ifadesidir. Burada bir toplumun öznelleşmesinden söz edilebilir mi acaba ?

Ve Türkiye konuşuyor,şiddete başvurmadan konuşuyor. Farklı semtlerin parklarında kurulan formlarda herkesin söz alma hakkı var. Tıpkı bir zamanların konuşamayan ama bedenleriyle ifade eden histeriklerin Freud ve Breuer’in önce hipnoz,sonra katartik yöntem en nihayetinde de psikanalizin serbest çağrışım yöntemi sayesinde acılarını ifade edebilecek,simgeleştirebilecek duruma gelmeleri gibi,Türkiyeliler de konuşuyor. Türkiyeliler sadece bu günü değil geçmişi de konuşuyor; tanıklara yer veriyor,konuştukça daha konuşuyor ve her gün yeni bir şey öğreniyoruz; sadece bugün hakkında değil ama geçmişimiz hakkında sosyal medya türlü sözel,görsel ve yazısal dokümanlarla dolup taşıyor. Bir karikatürist şöyle diyor: ‘’Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiyem ! ‘’ Bunları arşivliyoruz,konuşuyoruz en önemlisi birbirimizle konuşuyoruz. Resmi tarihin birbirimize ezberlettiği kalıpların dışına çıkıyoruz ve farklı bir Türkiye imajı çıkıyor önümüze. Bu imajda hem farklılığımızı hem de çeşitliliğimizi ve zenginliğimizi görüyoruz. Tarihimizin 1923’ten çok daha öncesine dayandığını,geçmişimizin salt kahramanlık destenlarından ve zaferlerden mütevellit olmadığını görüyoruz. Böylece daha gerçekçi,daha olgun ve daha az yüceleştirme içeren farklı bir geçmişe yönelik bir bakış açısıyla karşı karşıyayız. Bu bakışta soykırım,tehcir,köy boşaltmaları,köy bombardımanları,polisin sınırsız yetkileri ve sadizmi de masaya (divana ? ) yatırılıyor. En güzeli de ‘’laikçi’’ diye tabir edilen kesimdeki göreceleşen Batı hayranlığı ve onun içerdiği Batı idealizasyonu ‘’Batı bir referans olabilir,bir yol olabilir ama fikir ve yöntemlerin öznelleştirilmeden doğrudan ithal edilip pazarlandığı bir yer olamaz Türkiye ‘’’’ der gibiler bu gençler. İşte Gezi gençliğinin belki de hepimize armağan ettiği bu kendi tarihinin öznesi olma talebi ve bunu gerçekleştirmede gerçekçi adımlar atılması yönündeki inisiyatifi. Her özne olma durumu da o öznenin kendi yaşantılarını,kendi tarihini sahiplenmesinden geçer. Rene Roussillon’un deyimiyle bu sahiplenici öznellik (subjectivite appropriative) olmadan da özne olunmaz. Burada kendi kimliğine sahip çıkan tüm toplumun tıpkı bir bireyde olduğu gibi benzer ruhsal düzenekleri izlediği gözlemlerken Freud’a da selam vermeyi unutmayalım. Freud şöyle ileri sürmüştür: ‘’Bireyin ruhsal yaşamında öteki her zaman model,nesne,destek ve rakip olarak idrak edilmektedir; böylece bireysel psikoloji daha en başından itibaren,aynı zamanda,terimin genel anlamında ama tüm haklılığıyla (tarafımızca altı çizilen) sosyal psikolojidir. ‘’ (1) Öznellik kavramının da hem bireysel hem de topluluksal ve toplumsal bir durumu düşünebilmenin bir aracı olması muhtemelen toplulukların da hatta geniş toplulukların da,Didier Anzieu ve Rene Kaes gibi topluluk psikanalistlerin de vurguladığı gibi,tıpkı bireylerde olduğu gibi ruhsal bir yaşama sahip olduğundandır. Bu ruhsallığın da ‘’Gezi Ruhu’’ diye anılması herhalde tesadüfi değildir.

Gezi hareketinin libido enjekte ettiği bir diğer kesim de tabii şuan benim yaptığım gibi bu hareket üstüne düşünen ve yazan,siyaset bilimciler,sosyologlar,psikologlar ve psikiyatrlar. Birbirinden çeşitli analizler okumaktayız. Kimileri bu hareketin başkaldırı olması özelliğinden yola çıkarak bunun Oidipus karmaşasında ki Baba ya karşı başkaldırı olarak yorumladırlar. Bazı yazarlar liderin narsist ve kibirli özellikleri üzerinde durdular. Bu anlamda bazı psikobiyografik diye nitelenebilecek bazı yazılar yayımlandı. Bu tür analizlerin tarihsel boyutlarını çok yaygın olması nedeniyle,önerdikleri analizin de havada asılı kaldığı kanısındayım. Eğer mesele babayı öldürmekse Türkiye tarihinde pek çok baba cinayetine tanık olduk; bunların en önemlisi en kadim baba olan ordunun bizzat şimdiki iktidar tarafından tasfiye edilmesi ve yetkilerinin kısıtlanması değil midir ? Ama şimdi belki başka bir baba-evlat ilişkisinden söz edilebilir. Oğlunun tek başına babasının karşısına çıkmasından,söz edilebilir belki,her ne kadar topluluk desteği arka planda mevcut ise de. Unutmayalım ki gençlerin çoğunluğu siyasi bir hareketin topluluğu sahiplenmesinden rahatsız oldular; yeni bir ‘’baba’’ istemediler. İşte burada bir performans sanatçısının ortaya çıkardığı ve hızla dünyaya yayılan sivil itaatsizlik eylemine bakmakta fayda var. ‘’Duran adam’’ şehrin herhangi bir yerinde ayakta kımıldamadan duruyor. Konuşmuyor,yemiyor,içmiyor,sadece duruyor,tek başına duruyor. Yeni bir özellikten,toplulukla bağlarını koparmayan ama tek başınalığı da sahiplenen ve en önemlisi şiddeti temsil düzeyinde ele alan yeni modern bir bireyin doğuşuna tanık oluyor musunuz ?

İşte bu yeni nesil,yeni gençlik bir hatta iki nesil önceki kuşağın demokratikleşme yolunda dondurduğu ruhsal ve toplumsal bir olayı sahiplenici bir özellikle tekrar işler hale sokarak ‘’hayatta kalma’’ stratejisine güzel bir örnek teşkil etmiyorlar mı ? Bu toplumsal ve seceresel (genealocigal) durumu,Janine Altouninan’ın (2) babasının güncesi üzerine olan çalışmasına gönderme yaparak altını çizdiğiniz psikanalizin hayatta kalmasına da bağlayabiliriz sanırım. Psikanalizin hayatta kalması da bizleri,aynı sorunsalla karşı karşıya bırakmıyor mu ? Bir sonraki nesil eski nesilden deviraldığı henüz simgeleşmemiş,üzerinde yeterince çalışılmamış metinleri,tartışmaları,satır aralarını,çatışmaları tekrar tekrar ele alarak hem devamlılığı sağlamakta hem de doğacak yeni metinlere kucak açmakta değil midirler ?

Sözlerimi Hannah Arendt’in gönderme yaptığımız Eichmann Kudüs’te. Kötülüğün Sıradanlığı’ndan daha umutlu ve iyimser bir metinine gönderme yaparak bitireceğim. İnsanlık Durumunda (3) Arendt politik düşüncenin merkezindeki bir kategori olarak nitelediği doğumun/doğurmanın dünyanı kurtaran esas mucize olduğunu zira ontolojik olarak eyleme geçme becerisinin köklerinin doğumda/doğurmada bulunduğunu ileri sürer; şöyle ki dünyaya yeni insanların gelmesi yeni bir başlangıca ve yeni bir eyleme gebedir. Salt bu deneyim beşeri ilişkilerde var olmanın iki temel özelliği olan umut ve inancı bahşedebilir. Bir anlamda Arendt’e göre dünyaya gelen her yeni bebek yeni bir dünyanın kapılarını açar. Gezi gençliği böylece hem önceki nesillerin donmuş ruhsal ve politik yaşantılarına libido zerk ederek ‘’hayatta kalma’’yı somutlaştırmış hem de eylemleriyle bu dünyaya yeni bir dünya katmış olmuyorlar mı ?

Utku Türkmeneri